Kuvvet Yurdakul'un kişisel web sitesidir
KOCATEPE MAHALLESİ ÇOCUKLARI
-Kocatepe Mahallesi-
Bir zamanlar Ankara’da Kocatepe Mahallesi’nde, çocuklar mutlu mesut yaşarlar, sabahtan akşama kadar oyunlar oynarlardı. Oyunlar oynarlardı, çünkü o vakitler bir grup çocuğun dışarıda bir araya gelerek oyun oynaması henüz tarihe karışmamış, organ mafyası icat edilmemiş, “güvenlik” bir kalem olarak giderler arasına sokulmamış, Atari sokakları boşaltmamış, Kızılırmak Sokak “Kocatepe Camisi Çevre Düzenlemesi” tarafından bir kolu kesilerek çolak bırakılmamıştı.
O vakitler Hatay Sokak’tan aşağı iki, üç katlı binalar huzurla iner, Selanik Caddesi Meşrutiyet Caddesine güvenle kıvrılırdı. Kızılırmak Sokak, Bayındır Sokak’la mutlulukla birleşir, bu iki sokak el birliğiyle, camiye kadar uzanan kocaman boş bir alanı meydana getirirlerdi. Bu boş alan, boşluğun ortasında ve orasında burasında ağaçlar, en baba yiğidi dört katlı apartmanlar, o apartmanların çiçekli balkonları ve o balkonlardan eve dönmeye hiç de niyetli olmayan çocuklarını “Yemek oldu” ya da “Baban geldi” diyerek bıkmadan usanmadan çağıran anneleriyle Kocatepe Mahallesi uzaktan bakıldığında bir mahalleyi değil de, Şirinlerin köyünü ya da Asteriks’ in yurdu Galya’yı hatırlatırdı.
İşte, o boş alanın bittiği yerde, Kocatepe Camisi’nin yakınlarında Apartman 80, Apartman 80’in bodrum katında annem ve babamla birlikte ben vardım. Kendi çapımda bir kahramandım. Pantolonun üstüne don giyip, annemin diktiği kırmızı pelerinimle Kocatepe Mahallesi semalarında uçardım. Sonra yayılırdı, birdenbire biz 20 çocuk pantolonlarımızın üstüne giydiğimiz donlar ve annelerimizin diktiği kırmızı pelerinlerimizle uçar, havada çarpışır, mahalleye düşerdik. Düşerken gülerdik.
Bütün oyunlar yayılırdı. Tüf tüf modası başlar, bir ay herkes birbirine külah atar, kapak modası başlar, gazoz kapakları altından daha değerli hâle gelir, kar yağar, Bayındır Sokak’tan aşağı hep birlikte kayardık. Pazar sinemasının ardından 20 John Wayne birden dünyayı kurtarırdık.
-Yıkım Başlıyor-
İşte biz Kocatepe Mahallesi’nde mutlu mesut yaşar, sabahtan akşama kadar oyunlar oynarken, haber geldi. “Kocatepe Camisi çevre düzenlemesi yapılacak, bütün mahalle yıkılacak!” Yaşasın! Bu kadar mutluluk fazlaydı zaten.
Kocatepe Camisi Ankara’nın sembolü olacakmış. Ve fakat Ankara’nın her yerinden görünmüyormuş. Cami’nin önündeki bu gereksiz Şirinler Mahallesi ortadan kaldırılmalıymış. Sembolde bizim mahallenin ne işi varmış. Çıkartacaklarmış bizi, anlı şanlı bir çevre düzenlemesi yapacaklarmış. Yıkım başlıyormuş, biz bitiyormuşuz. Gidiyormuşuz.
Keşke annemiz çağırsaydı, öyle dönseydik evimize…
- Apartman 80’in Üstüne Düşen Minare-
Ve o güzelim ağaçların arasından buldozerler mahalleye girmeye başladı. Bir yerleri kazmaya, bir yerlere çakıl taşları yığmaya, bir yerlere iri taşlar dizmeye başladılar. Bir uğultu başladı. Durum ciddiydi. Evlerde yalnızca bu konu konuşuluyordu. Kocatepe Mahallesi’nde bütün anneler bütün babalara aynı anda “Ne olacak?” diye soruyor, bütün babalar aynı anda iç geçiriyor ve çocuklarından televizyonun sesini açmasını istiyordu. Bütün çocuklar giderek yaklaşan derin bir kederi mi hissetmeye başlıyor, yoksa olup bitenin tuhaf heyecanıyla daha çok mu eğleniyor, birbirine karışıyordu. Uğultu sürüyordu.
Mahalledeki değişiklikler inanılmazdı, her şey sanki sırf çocukların oyunlarını daha gizemli hâle getirebilmesi için düzenleniyor gibiydi. Bir oraya bir buraya giden çakıl taşı havuzları, esrarengiz hendekler, kimi tünelimsi bölgeler ortaya çıkıp kayboluyorlardı. Saklambaçlar tadından oynanmıyordu.
İşte o yıllarda her mahalle gibi sabahtan akşama kadar bütün çocukların oyunlar oynadığı, annelerin “Gel yemek oldu” ile “Gel baban geldi” diyerek pencerelerden seslendiği Kocatepe Mahallesi’nde, ortasında boş bir alan, o alanın ortasında ve orasında burasında ağaçlar olan Kocatepe Mahallesi’nde, Oğuz’un babası Emrah’ın babasına “Ne olacak Doğan Bey? Ev arıyor musunuz?” diye soruyor, tam o esnada Onur’un annesi, Damla’nın annesine “Mahkemesi varmış, bizi buradan çıkartamazlar” diyordu. Der demez bütün iş makineleri duruyordu. Mahalle bize kalıyor, uğultu diniyordu.
Bitmiyordu, biz kum tepelerinde tüf tüf savaşı yaparken Savaş’ın babası babama mahkemenin bittiğini, yıkımın devam edeceğini söylüyor, söyler söylemez iş makineleri çalışmaya başlıyordu. Emrah’ın annesi, Nigar Hanım, Burak’ın annesi ve giderek bütün anneler Apartman 80’in önündeki duvarın üstünde oturup, aynı anda birbirlerine “Ev kiraları nerede ne kadar?” konulu tartışmalar yapıyor, iş makineleri yer değiştiriyor, mahalleye yeni çukurlar açılıyor, çakıl taşı tepeleri yerini başka taşların tepelerine bırakıyordu. Sonra haber geliyor, inşaat duruyordu. Haber geliyor, inşaat başlıyordu. 5 sene sürdü…
Biz alışmıştık. Geliyorlar, duruyorlar, 6 ay sonra gidip biraz ilerde duruyorlardı. Her defasında rahatlıyorduk, her defasında sıkışıyorduk. Bir akşamüstü Kocatepe Camisi’nin minarelerine baktığımda bir minarenin bizim apartmanın üstüne düşmekte olduğunu gördüm. Çılgınlar gibi eve koştum, gözyaşları içinde annemi dışarı çıkardım, apartmanın üstüne düşmekte olan minareyi gösterdim. Annem gülmeye başladı. Meğerse bulut geçiyormuş öyle görünüyormuş. Belli ki bu gel gitler sinirlerimizi bozmuştu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı.
-Kocatepe Mahallesi Çocukları Hazine Peşinde-
Bir sepet dolusu çocuktuk. Savaş açtık. Bütün o makinelerin benzin depolarından şekerli su döktük. Lastiklerini indirdik. Geceleri buluşup, içimizde geceleyin dışarıda olmanın olağanüstü heyecanı, toplantılar yaptık. Taşları dağıttık, çukurları doldurduk. Kum tepelerini bozduk. Çok uğraştık. Belki biraz da biz geciktirmişizdir o yıkımı. Ama geciktirmişizdir sadece. Yoksa bir haber geliyor, başlıyordu makinelerin gürültüsü. Dibimizdeki canavar durmadan büyüyordu.
Bir akşam annem babama, “Her tarafı kazıyorlar, buralarda bir tarihi eser çıksa inşaat durur dedi. İçimde bir “Gong” sesi duydum. Ertesi gün mahallenin bütün çocukları, elimizde plastik kova ve küreklerle hazine aramaya başladık. “Tarihi eser”, nasıl oldu da “hazine”ye, o hazine nasıl oldu da “Sultan Süleyman’ın Hazinesi”ne dönüştü bilemiyorum. Hazine avcılarının hüzünlü macerası böyle başladı.
Zaten mahallemiz haysiyetini çoktan kaybetmiş, orasına burasına açılan kimi hendekler marifetiyle ırzını pek çok kereler teslim etmişti. Biz her sabah işe giden büyüklerin ciddiyetiyle evden çıkıyor, bir hendeğe doluşuyor, düzenli olarak hazine arıyorduk. Durmadan kazıyor, sığdığımız sepeti derinleştiriyorduk. Akşam yorgun argın, toz toprak içinde eve dönüyor, bütün gün çalışmış olmanın gizli gururuyla uykuya dalıyorduk. Hepimiz rüyamızda Süleyman’ın hazinesini buluyor, uyanır uyanmaz temiz birer hayal kırıklığına uğruyor, hiç oyalanmadan çıkıp, hazine aramaya başlıyorduk. Bunca çocuğun, bunca çocuktan beklenmeyen bir disiplin içinde hazine arıyor olması, mahalledeki herkesin ilgisini çekmeye başlamıştı. Önceleri bu çabayı, çocuksu, sempatik ve elbette gelip geçici bulan büyüklerimiz giderek konuyla ilgilenmeye, bulduğumuz kimi parlak taşları birbirlerine göstermeye, bu hayale dâhil olmaya başladılar. Öyle ki, biz hazine ararken Apartman 80’in önündeki duvara oturup, onlara muhtemel bir hazinenin ipuçlarını göstermemizi bekleyen meraklı annelerin gözleri gözlerimdedir hâlâ.
Akşam olmuyordu artık. Babalar eve dönmüyordu. Yemek hazır değildi. Ya da bütün bunlar oluyordu da haber değeri taşımıyordu. Kimse çağırmıyordu bizi. Plastik küreklerimizi taşıyamayacak kadar yorulup kendiliğimizden dönüyorduk evlerimize. Zengin olmak için değildi aradığımız hazine, hatta hazinenin bir alım gücü olduğundan bile haberdar değildik. Yeter ki yıkılmasındı mahallemiz. Yeter ki ayrılmayalımdı birbirimizden. Yeter ki çıkartmasınlardı bizi saklandığımız iyilikten. Ve her akşam her evde aynı soru;
“Buldunuz mu hazineyi?”
“Yok, daha bulamadık baba”
“Neyse üzülmeyin, yarın bulursunuz”
Yarın da bulamadık.
-”Gönül, Apartmanı Yıkıyorlar”-
Yoktu işte, yoktu. Süleyman hazinesini bizim mahalleye gömmemişti! Bıraktık biz de aramayı. Küstük Süleyman’a. Kimse konuyu açmadı bir daha. Giderek konu açacak kimse de kalmadı. Herkes taşınmaya başladı.
Senelerce sabahtan akşama kadar birlikte oyunlar oynamış, birlikte kim bilir kaç kez dünyayı kurtarmış arkadaşların, yüklenmekte olan bir kamyonun önünde son konuşmaları ne tuhaftır. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, her zaman ki şeylerden bahsederler. Kamyon yüklenir, hareket eder, son kez el sallarlar birbirlerine yarın görüşecekmiş gibi. Her gidenle bir karakter eksilir çocukluğun filminden.
Biz ise bir türlü ev bulamıyorduk. Apartmanda yalnız kalmıştık. Bir sabah olağanüstü bir gürültüyle uyandık. O anı hiç unutamam. Babam anneme “Gönül apartmanı yıkıyorlar” dedi. Biz bodrum katındayken üstten yıkmaya başladılar Apartman 80’i. Sağ olsun Kocatepe Camisi çevre düzenlemesi. Vince bağlanmış koca bir gülleyle vura vura yıkıyorlardı evimizi. Duvarların her zerresinden dökülen bir şeylerin sesi geliyordu. Biz içerdeydik. Gülle vuruyordu. Nasıl olduysa birkaç saat içinde biz de taşındık. Ertesi gün, sözleşmişiz gibi, yakın çevreye taşınmış üç arkadaş, (Emrah, Oğuz, Ben) yıkılmakta olan Apartman 80’in önünde kendiliğinden buluştuk. Bir kum tepesinin arkasına saklandık. Vinçlere iş makinelerine ve bütün olup bitene bağırmaya, küfretme başladık: “Yapmayın ulan ayıptır, yapmayın be!” Çok ağladık.
-Ve Şimdi-
Bu gün herkese açıktır bu çevre düzenlemesinin yaptıkları. Kızılırmak Sinemasının önünden koca camiyi göremezsiniz. Bayındır Sokak’tan, Selanik Caddesi’nden, Hatay Sokak’tan, Mithat Paşa Caddesi’nden ve caminin dibinden bile camiyi göremezsiniz. Çevresine ördükleri utanç duvarları görünmez hâle getirmiştir koca camiyi. Pantolonlarının üstüne don giyip, kırmızı pelerinleriyle uçamayanlar için yok olmuştur. O duvarlar, duvarlardaki tabelalar, otoparkı, mağazası, kebapçısı birleşip örtmüşlerdir Şirinler' in örtemediğini.
Ve fotoğraflarda Kocatepe Cami’sinin kendi dibinden görünemeyişi…
![]() | ![]() | ![]() |
---|---|---|
![]() | ![]() |